On yıl oluyor; bir belediye, lo­gosunu değiştirmek üzere yarışma açmaya karar vermiş. Benden de bir seçki kurul oluşturmayı rica etmişti. Kabul ettim. Bazı arkadaşlardan rica ederek benim de içinde bulundu­ğum bir kurul oluşturdum. Ve süreç başladı.

Yarışmacılara verilen birkaç aylık bir sürenin ardından gelen eserle­ri değerlendirmek üzere belediye­nin konuğu olarak ilgili kente gittik, inanmakta güçlük çekeceğinizi biliyorum, ama böyle, yarışmaya katılan üç binin üzerindeki eserden birinciliğe, hatta üçüncülüğe ya da yüzüncülüğe bile girecek bir çalışma bulamamıştık. Aslında bu üç bin küsur çalışmanın neredeyse tamamı logo klasmanına bile giremezdi.

belediye_logolari(Türkiye’deki Büyükşehir Belediyelerine ait logolar)

Evet, logo yapmak kolay bir iş. Kolay derken, en azından imalatı için kullanabileceğiniz alet edevata sa­hip olmak kolay. O nedenle de yarışmaya lise öğren­cisinden muhasebeciye, devlet memurundan ilkokulda resim dersinden hep pekiyi almış ev hanımına kadar çok geniş bir kitle çalışmalarıyla katılabiliyor. Mesela mimari yarışmalarında meydanın bu denli boş olması mümkün değil.

Hikâyeye dönelim. Jüri olarak bir an önce işimizi bitirip dönmek için yapılacak şey, yarışmaya katılan çalışmalar arasından logoya en çok benzeyen çiziktirmeyi seçmek ve böylece bu logo yarışması defterini kapatmaktı. Eğer bunu yapsaydık, yarışmacı hiç de hak etmediği ödü­lünü alacak, belediye de eskisinden pek farkı olmayan yeni bir logoya sahip olacaktı.

Öyle yapmadık tabii. Yapamazdık. Hem yarışmanın jüri üyeleri olarak adımızı kirletemezdik hem de mesleki sorumluluk duygumuz buna izin vermezdi. Yarışmanın süresini uzatma kararı aldık. Ancak bu, beklentimizin güvencesi olamazdı. Üç bin küsur çalışmadan bir tanesini bile seçememişken iki aylık bir uzat­mayla kriterlerimize uygun bir çaklışmanın önümüze gelmesi bir mucize olurdu. Bu nedenle tanıdığımız pro­fesyonel arkadaşlardan yarışmaya katılmaları için ricacı olduk. Hatta yalvardık demek daha doğru. Ve bir kaç profesyonelin yarışmaya katıl­masını sağladık.

İyi ki bunu yapmışız, çünkü ikin­ci etapta yarışmaya katılan yaklaşık üç yüz çalışma da ilk etaptaki üç bin çalışmadan farklı değildi. Zorla yarışmaya soktuğumuz profesyo­nellerden birinin işi birinci seçildi. Böylece hem kendi namusumuzu hem de belediyenin haysiyetini kur­tarmıştık.

Bu anının aklıma gelmesinin ne­deni bugünlerde belediyelerimizin açtıkları logo yarışmalarıyla çok faz­la karşılaşmamız. Belediyelerimiz, logo ve görsel kimlik işlerini yurt İçi veya yurt dışında profesyonel bir ta­sarım şirketine ihale etmek yerine bu tür yarışmaları tercih ediyorlar. Bunun, yarışmaların popüler bir iş olmasından kaynaklandığını sanmıyorum. Böylece belediye aynı zaman­da kent kamuoyunu meşgul eden bir iş yapmış oluyor. Belki bir nedeni de işin sorumluluğunu üstünden atmak. Öyle ya, binlerce çalışma arasından seçilmiş bir kent logosu işte, daha ne olsun? Demokrasi sağolsun.

Bence en önemli neden ise, işi bilmemek. Siyasilerin, özel olarak da belediye başkanlarının birer logo uzmanı olmalarını bekleyecek de­ğiliz tabii. Fakat onların en önemli sorumluluğu her işin uzmanını bul­mayı bilmektir. Varsa memleketle­rinde, yoksa Türkiye’de, o da yoksa dünyada… Daha önce bu sayfalarda da yazmıştım; yerel seçimlerde ne­redeyse her aday marka-kent vaadinde bulunmuştu. Sanıyorum, mar­ka-kentin ne olduğunu da bilmeden verilen bu vaatlerin ilk tezahürü bu. Öyle ya, marka-kentin bir logosu da olmalı. Yeni yeni anlıyoruz ki, mar­ka-kent demek, aslında logo yarış­ması demekmiş.

Eski zamanlarda durumun daha iyi olduğunu iddia edecek değilim. Bugünlerin realitesi ise, bu işlerin önemini hissetmekle birlikte, teknik ve estetik olarak hiçbir değeri ola­mayacak şeylerin belediye başkanı, vali, il garnizon komutanı, bakanlık­ların iI müdürleri gibi protokol zeva­tının da katıldığı ihtişamlı törenlerle lanse edilerek trajikomik bir manzaranın ortaya çıkmasıdır. Ağlamaya kalksan komik, gülmeye kalksan trajik!

Yazar: A. Selim Tuncer

 Bu yazı Grafik Tasarım Dergisi‘nin 62. Sayısında yayınlanmıştır.